ayyuce
Adana
DOLAR32.3795
EURO35.0698
ALTIN2324.4
Cemal GRANDA'nın anısına

Cemal GRANDA'nın anısına

Mail: [email protected]

Atatürk'ün hizmetkarı idim (3)

SARAYA ÇAĞRILDIM 
1927 YILININ güneşli bir Temmuz günüydü... 
O zaman şimdiki Şehir Hatları İşletmesi olan Seyrüsefain İdaresi'nde çalışıyordum. Henüz onyedi yaşında, ince, zayıf, içi hayat ateşiyle dolu bir gençtim. Bu idareye tam üç yıl önce, henüz çocuk denecek yaşta, kısa pantolonlu, tüysüz bir çırak olarak girmiştim. 
O zamanlar çok çalışkandım. Kendimi işe verdim mi, başımı zor kaldırırdım. Bu hâl âmirlerimin de dikkatini çekmiş olacak ki, çok geçmeden armağanını görmekte gecikmedim. Bir gün müdiriyetten çağırıp: 
Seni Saraya göndereceğiz, hazır ol; dediler. 
Heyecandan az daha yüreğim ağzıma gelecekti... 
Önce pek iyi anlıyamamıştım ama, bir kaç dakika sonra Atatürk'ün hizmetine gireceğimi sezinlemiştim. Heyecanım bundan ileri geliyordu. İstendiğimi hemen arkadaşlarıma açtım. 
Kimisi: 
Çok sert adam... 
Kimisi : 
Gece hizmeti çok zor... Diye maneviyatımı bozuyor, beni caydırmağa çalışıyor, sonra da: 
Sen bilirsin, yine istersen git... Diyorlardı. O gece uykum kaçtı. Kendi kendime: 
— Haydi Cemal, diyordum. Göster kendini... Talih kuşu insanın başına bir kere konarmış. Bu herkese nasip olmaz. Senin şansın varmış ki, böyle büyük bir adamın hizmetine çağrıldın. Aptallık etme, bunlar seni kıskandıkları için böyle konuşuyorlar... Diyordum. 
Ertesi gün sevinçten kabıma sığamıyordum. Aynı zamanda içimi de heyecanla dolu büyük bir korku kaplamıştı. O'nun karşısında ilk anda bir pot kırarsam, diye düşünüyordum. Ne yapardım o zaman? 

Günlerden 5 Temmuzdu. O gün yeni görevime başlıyacaktım. Bana güzel bir smokin almışlardı. 
Bunaltıcı sıcağın etkisiyle smokinin içinde buram buram ter döküyordum. Fakat bu kıyafet içinde o kadar şıktım ki... 
O zaman kamara âmirimiz olan, daha sonra da Devlet Denizyolları Başmüfettişliğinde bulunan Muzaffer Beyle rıhtımda bekleyen Çankaya motoruna bindik. Gözlerimi kapıyor, Atatürk'ün yanında geçireceğim gönlerin hayalini kuruyor, sonra birden Muzaffer Beyin sesiyle daldığım hayal âleminden uyanıyordum. 
Muzaffer Bey : — Çocuğum, şimdi seni saraya götürüyorum. Orada çok dikkatli olman lâzım, diyerek öğüt veriyordu. Can kulağı ile Muzaffer Beyi dinliyor görünmeme rağmen, aklım çok daha başka yerlerde idi. Yine onun öğütleriyle irkilerek kurduğum hayal evreninden aşağı iniyordum. 
Orada her ne görürsen, duyarsan, gördüğünü görmemezlikten, işittiğini işitmemezlikten geleceksin. Böyle yaparsan senin için çok iyi olur...

Motorumuz Boğaz'ın mavi sularını yararak Dolmabahçe Sarayı'na yanaştı. Rıhtıma ayak bastığımız zaman heyecanım son haddini bulmuştu. Hayatta çok şaşırtıcı olaylarla karşılaştım. Atatürk'ün hizmetinde tam oniki yıl çeşitli olgularla karşı karşıya geldim. Fakat hiç birinde O'nunla ilk karşılaştığım ve bana ilk seslenişi anlarını unutamadım. 

Seyrüsefain İdaresi'nden benimle birlikte Saraya Rüknettin ve Vus'at adında iki arkadaşı daha istemişlerdi. Fakat onlar Atatürk'ün hizmetçisi olamadı, Sarayda kaldılar. 
Ne tuhaf!. Hayatımda hiç saray, hatta müze bile gezmemiş olan ben, doğma büyüme bir saraylı gibi etrafıma bakmadan çalımla dimdik yürüyordum. Muzaffer Bey önde, ben arkada, o zaman özel kalem müdürü olan Hasan Rıza Soyak'ın karşısına çıktık. 

Soyak adımı, yaşımı sorup, Salihli'li olduğumu öğrendikten sonra zile bastı, başsofracı İbrahim (Güven) Efendiyi çağırdı. Beni teslim alan başsofracı da koridorlarda yürürken aynı soruları soruyor, nereli, kim olduğumu, bundan önce nerelerde çalıştığımı öğreniyordu. 
Böylece Saray'ın Harem kısmına, şimdiki adıyla Hususî Daireye geldik, 

Vaktiyle Son Halife Abdülmecit Efendi'nin yemek salonu olan bu daire gayet güzel döşenmişti. Bütün mobilya lâke idi. Hereke kumaşından ağır, çiçekli perdeler yerlere kadar iniyordu. Ortada 
çok güzel süslenmiş bir sofra vardı. Dimdik ayakta duran Atatürk: — Açınız perdeleri!.. Diye seslendi. 

Atatürk'ün ağzından duyduğum ilk ses işte budur. Hemen koştum ve perdeleri açtım. Salon aydınlandıktan sonra Atatürk sofraya oturdu. Yanında manevî evlâtları Rükiye ve Zehra Hanımlarla kızkardeşi Makbule Hanım ve Umumî Kâtip Tevfik Bey vardı. 

O gün büyük bir dikkatle Atatürk'ün nasıl yemek yediğine baktığım için yemek listesi olduğu gibi aklımdadır. İlk yemek güzel bir ordör, ikinci yemek püreli tavuk, üçüncü kuşkonmaz, meyva olarak ananas kompostosu bulunuyordu. 

İlk gün Atatürk'ün bütün hareketlerini dikkatle izledim. Yemekten sonra önce Harem Dairesi'nin üstüne çıkmış, sonra bütün sarayı dolaşmış, akşam üstü de Söğütlü yatıyla Boğaz'da gezinti yapmıştı. 

Gezintiden sonra sofra faslı başlıyor ve çok geç saatlere kadar sürüyordu. İçkili olan akşam yemeklerinde yakın arkadaşları, kabine üyeleri de hazır bulunuyor, bir çok memleket meseleleri burada hallediliyordu. Sofrasına belirli mesleklerdeki eski dostları ve silâh arkadaşlarından başka, bilim, sanat, ticaret, endüstri kişilerini topluca çağırdığı olurdu. Bu hal, 1938 yılı Haziranına kadar yani hastalığı kendisine değişik bir yaşayışı zorunlu kılıncaya kadar sürüp gitti. 

Saraya, daha doğrusu Atatürk'ün hizmetine gireli onbeş gün olduğu halde Atatürk, o güne kadar bir kere bile dönüp yüzüme bakmamış, kim olduğumu da sormak gereğini duymamıştı. Önceleri önemsemediğim bu hal, yavaş yavaş bana koymağa başlamıştı. İçimi tarifsiz bir üzüntü kaplamıştı. Tam onbeş gün O'na bir «dilsiz» gibi hizmet etmiştim. Üzüntüm gittikçe artıyordu. Kendi kendime: «Sabret Cemal, elbet bir gün konuşacak, seni tanıyacak» diyordum. Ayrıca içimde bir korkuda belirmişti: «Ya, diyordum, benimle konuşmadan buradaki işimden uzaklaştırılırsam?» Öyle ya, belki hizmetim beğenilmiyebilir, hoşa gitmezdi... 

Bu hal arkadaşlarımın da dikkatini çekmiş olacak ki, alaylı alaylı: — Cemal, ne adını, ne de nereden geldiğini henüz sormadı. Seni tanımak bile istemiyor... Diye takıldıkları bile oluyordu. Onlara ne cevap vereceğimi bilemiyor, fakat gayet tabii görünmeğe çalışarak: 

Elbet bir gün olur, adam yerine korlar, sorarlar. Diyordum. 

Bir akşam saat 20 sularında sarayın Marmara'ya bakan balkonunda yirmi kadar tanınmış konuk yemek yiyordu. Arkamda duran Atatürk: — Efendi, efendi... Diye bana seslendi. Döndüm. Hiç unutmam, elimde kristal rakı sürahisi vardı.
Buyrun efendim... Bir emriniz mi var Paşam?.. Diye cevap verdim. 

Cumhuriyet rejiminin kurulmasına rağmen herkes Atatürk'e «Paşam » diye seslenirdi. Beylik, paşalık kalktığı halde bu «Paşa » lık Atatürk için kalkmadı. Ölünceye kadar sürdü. 

O akşam ilk kez konuştuğum Atatürk'le aramızda şunlar geçti: 
— Senin ismin nedir? 
Cemal!.. 
Sonu yok mu bunun? 
Var, Cemalettin... 
Bunun üzerine Atatürk birden bana doğru ilerliyerek: 
Haaa... dedi. İsimler Kemalettin olur, fakat 
Cemalettin olmaz. Sen yine Cemal kal!

Aradan yarım saat geçmişti. Yemek devam ediyordu. Sevinçten kabıma sığamıyordum. Evet, Atatürk en sonunda benimle konuşmuştu. Hem de uzun uzun... Ertesi gün benimle alay eden arkadaşlara anlatacağım şeyleri kafamda tasarlıyor, onlardan hınç çıkaracağımı düşünüyordum. Fakat Atatürk, bu Cemal adına tutulmuş olacak ki yeniden seslendi: 

Bu Cemalettin ismini kim koydu sana? Artık adamakıllı korkmaya başlamıştım; 
Babam, diye cevap verdim. 
Öyle ise baban ne adammış senin. Diye sertçe 
çıkıştı. 
Bunun üzerine: 
Ben babamı tanımıyorum. Deyince yüzü daha da sertleşti: 
Babamı tanımıyorum ne demek? Sen babasız mı doğdun? Baban yok mu senin?.. 
Ben dokuz aylıkken babam ölmüş. 
Atatürk üzüldüğümü yüzümden okumuş olacak ki, birden sesini yumuşattı: 
Ananı tanıyorsun ya yeter!.. Dedi. Ve biraz durduktan sonra ekledi: Ben de babamı tanımıyorum ya... 

O gece yemek sabahın beşine kadar devam etmişti. Çokluk geceler böyle olur, meclisin horozlar öterken dağıldığı görülürdü. Bu yüzden Atatürk'te sabah saat beşten önce yatağına giremezdi. Saat onbirden sonra hava serinlediği için misafirler birer ikişer balkondan içeri girmeye başladılar. Masanın üzerinde boşalmış Dimitropolo şişeleri duruyordu. O devrin en ünlü rakısı olan Dimitripolo'dan Atatürk her gece yarım kilo içerdi. Mezesi de sadece tuzlu leblebiydi.  Ara sıra da Fava denilen zeytinyağlı, limonlu bakla ezmesini istediği olurdu. En sevdiği yemekler arasında kuru fasulye ile pilâv gelirdi. 

Atatürk tekrar beni çağırdı. Yemek istiyecek sanıyordum. Fakat O'nun aklı hep benim ismimde değil miymiş. 
Ulan, bu ismi sen mi koydun, baban mı ? Diye bar bar bağırmağa başladı. 
Çok korkmağa başlamıştım. Benim korktuğumu görünce daha fazla bağırıyordu. Artık elim ayağım titremeğe başlamıştı. Ayakta duracak halim yoktu. Belki daha fazla kızar da kovulurum, diye gözünden uzaklaşmaya karar verdim. Saat üçe doğru sofrayı bırakarak yatmağa gittim. 

O gece sabaha dek gözümü uyku tutmadı. Yattığım yerde dua ediyordum. Kâbusla karışık korkulu rüyalar gördüm. Yavaş yavaş geldiğime pişman bile olmaya başlamıştım. Bu isim de başıma iş açıyordu galiba... Nereden bulmuşlardı bu «Cemal» i de, bana takmışlardı ? 

Ertesi gün de aynı korku ve heyecan içinde geçti. Adeta akşam olmasını istemiyordum. Tek avuntum, Atatürk'ün geceki olayı unutmuş olmasıydı. 

Akşam yemeğini hazırlamış bekliyordum. Saat yediye doğru Atatürk, arkasında Afet İnan, Zehra Hanım, Başyaver Rüsuhi Bey, Umumî Kâtip Tevfik Bey olduğu halde, salona girdi. Başyaver aşağı inerek öbür misafirleri de sofraya getirdi. Sofraya oturmadan önce Atatürk misafirlere Arapça : — Faddal!.. Dedi ve herkes masadaki yerlerini aldı. Bu sözü, çok keyifli olduğu zamanlar sık sık duyduğumu hatırlıyorum. Sofrada ilk söz bana idi: 

Cemal, seni dün akşam sert sözlerle çok hırpalamıştım. Fakat Cemaller daima büyük adamlar olur. Sen de büyük adam olacaksın. 

Sonra tarihteki ünlüleri sıralamağa başladı — Sen Cemal Paşa'yı tanır mısın ? Şehzade Cemalettin Efendi'yi, Konya Çelebisi Cemalettin'i tanır mısın? 
İsimlerini işittim, diye cevap verdim, 
Bu kadarı da yetişir. Dedi. 

Yemek sürüp gidiyordu. Hava yumuşadığı halde bir gün önce içimi kaplıyan korkuyu üzerimden atamamıştım. Her an yine o bahse döneceğinden ödüm 
kopuyordu. Saat gece yarısını geçiyordu. Birden adımla bana seslendiğini duydum ve yanına koştum. 
— Cemal, senin bu ismini değiştirelim olmaz mı ?

Devam edecek

Facebook Yorum

Yorum Yazın

Ana Sayfa
Web TV
Foto Galeri
Yazarlar